Yıl bilmem kaç! insan zaten zamanın geniş akıntısında sürüklenirken nerede bilemiyor. Bazen nasıl olduğunun dahi farkına varamıyor. Zaman öyle bir dalga ile sürüklüyor ki insanı, keyif ve keder aynı kaba boşalan bir içkiymiş de insan bunu içermiş. Ne dalga ama! Kendi içimizde kendimizi ele alırken birden diğerleri anı perdemizde rengârenk haller içerisinde çıkageliyor.
Kâh kaybetmenin acısı yaraya tuz ekiyor, intikamın ateşi pek çok canı yakıyor. Kavuşmak bin bahçede bin bir çiçek açtırıyor. Sarıçiçekler mesela belki de papatyalar birazda laleler. Ve birçok birbirinden gerçek his. Ayağı yırtan diken, sıcak bir buse... Hayat bu yüzden iki kutup içerisinde bizi hayatta tutuyor. Ne baki mutlu, ne baki hüzün, her zaman şans ihtimali. Belki de yılbaşında size çıkar büyük ikramiye. değil mi?
Ilık bir rüzgâr esiyor. Sanki aralıkta değiliz ve gece saat 1 değil. İçim gıcıklanıyor. Dışarı çıkmam gerek. Sokak, deniz beni çağırıyor. Hem de kavgacı değil. “”Gel dinlen” dercesine. Sanki gelirken bir gazete al bankta yatarsın bugün der gibi. Bankta yatmak… Bu fikir o kadar da akılcı değil sanırım. Hava, olsun olsun 2 saat daha böyle olsun. Sonrasında soğuyacak. Hava ne kadar ılıman bir profil sergilese de mevsimin de kendine ait kuralları vardır. Sonra Sarıkamış şehidi gibi donup kalabilirdim. Ne acı. Kabul edilmez bir ağırlık. Bu yanlış nasıl yapılır. İnsan anlayamıyor. Çok bilindiği üzerine teçhizatta hata var. Hatta Enver Paşa çok suçlanır. Fakat aklım almıyor ki bu kadar basit olsun. Büyük bir harekât, nasıl bu kadar hayati bir hata ile başlar. Şehitlerimizin ruhu şad olsun. Nice genç asker bu topraklar uğruna toprak oldu. Sahi kaç milyondur? Bugüne gelene kadar Anadolu toprakları üzerinde savaşırken hayatını kaybedenler.
Dalgın düşüncelerimden kurtulmadığım müddetçe hareket edemeyecektim. Evet, bir saat de olsa sokağa çıkmalı sonra eve gelmeliydim. Belki şanslı günümdür. Hayat bana tatlı bir sürpriz yapar. İnsan çağrıldığını hissediyorsa gitmelidir. Hiç bir şey bulamasa bile çağrının alelade olduğunu fark eder.
Ordu evinden aşağıya sallanacak sonra yarım saat ileri yürüyecektim. Diğer yarım saat de geriye. Böylece 1 saat yürümüş olurdum elbette eksiği fazlası olurdu. Bu çok da mühim değildi. Amaç çağrıya uymaktı. Ee tabi başka çağrı gelmezse.
Denizin 2022 de bile hala bir nebze kokusu var. Acaba bu koku 2222 de aynı şekilde olacak mı? Küresel hava kirliliği, yangınlar … Say say bitmeyecek türlü felaket her gün uyandığımızda yakamıza yapışıyor. Uyandığımızda hayali bir ses:
“Günaydın, kahveni al ve sınanmaya başla. Bak geçen sene Korona’yı atlattınız. Bu sene de öldürmeyen ama süründüren bir grip var. Haa! bir de unutmayalım ki eczanelerde insan kuyrukları uzayıp gidiyor. İstediğin ilacı da alamıyorsun. Çünkü dolar kurunun 7 küsür liradan sabitlenmesi ilaç satan firmaların hoşuna gitmiyor ve ilaç az geliyor. Ya da gelmiyor. Aaa! tabi geçen bir kadın SMA hastası çocuğunun parası ile kendine iş yeri açmaya çalıştı. Çocuk demişken çocuk gelinleri unutma bu aralar gündemde. Aaa! Kahveni içsene. Biraz da kızarmış ekmeğinden ye kahvaltı günün en önemli öğünü hadi hadi.” Der. Önce boğazımız düğümlenirdi. Eğer baştan beri suyun içindeysen su kaynamaya başladığında anlamayabiliyorsun haşlanarak öldüğünü.
Yarım saat ileri… yarım saat geri… yolcuğum bitiyor. Biraz terlemişim ama ziyanım yok. Çağrıyı düşünüyorum sanırım hayal görmüşüm. Çağrının asılsız olduğunu anlayarak, yatağıma uzanıyorum. Gece karanlığı ne de güzel. Dışarıdan tavana vuran ışık ne de hoş mavi gibi… gri gibi.
Gece ya da sabah diyebileceğimiz bir saat, deli gibi bir baş ağrısı ve ateşle uyanıyorum aslında ateşim olduğunu anlayamıyorum. Boğazım acıyor sadece. Anlaşılan grip olmuşum…